Behiç Ak’ın öykü kitabı ‘Yıldızların Tembelliği’, Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlandı. Behiç Ak’ın hem birbirlerinin içine geçmiş hem de farklı düzlemlerde birçok farklı konuyu içerisine dahil eden kitabı, kendine has mizahı, anlatı dünyası ve dili ile dikkat çekiyor.
Kitap, bir yazar olarak Behiç Ak’a dair geliştirdiği panorama ile de dikkat çekiyor.
Behiç Ak’la ‘Yıldızların Tembelliği’ni konuştuk.
Hafıza, ‘Yıldızların Tembelliği’ni şekillendiren ve hemen her öyküde varlığını/değerini yakından hissettiğimiz en temel konu olarak ön plana çıkar. Bu noktada sizin metinlerinizde ve ‘Yıldızların Tembelliği’nde hafızayı, hatırlama eylemini bu kadar önemli kılan nedir?
‘Yıldızların Tembelliği’, güncel olanla tarihsel olanı bütünleştiriyor. Bunu tarihsel ve dramatik olayları hafifseyerek yapıyor. “Understatement”in hakim olduğu bir mizahı var. Hikayeye konu olmayacak gibi görülen güncellikle dramatize edilmesi şart gibi görülen tarihselliği eşitliyor. Bu eşitleme de sanırım insanları kendine getiren bir yan var. Buna gizli bir mizahla erişmeye çalıştım.
Kitapta yer alan 13 öykü birçok açıdan birbirlerine bağlanır ve nihayetinde ortaya hem ayrıksı hem de bütünlüklü bir yapı çıkarır. Bu durum özellikle günümüz yazınında türsel ve içerik meselesi bağlamında sıkça tartışılan bir konuyu da içerisinde barındırır. Öyküler hem birbirlerine eklemlenir hem de kendi akış ve doğaları içerisinde anlam kazanırken siz nasıl bir yapı, nasıl bir bütünlükle kitabı şekillendirdiniz?
Olayların ve bireylerin varoluşunun birbirine nedensellik ilişkileriyle bağlandığı dramatik kalıplardan çıkmak istedim. Olaylar bağımsız olsun ama yine de birbirine bağlansın. Önemli ve önemsiz ayrımını da ortadan kaldırmaya çalıştım. Olayları bir tepe noktasına çıkartma çabasından kurtuldum. Sanırım bu tarz, hikayelerin içeriğiyle de uyum içinde. Böylece hikayeler de kendi içinde özgürleşti.
‘MİZAHİ BİR DİLLE YENİ BİR GERÇEKLİK YARATMAYA ÇALIŞTIM’
‘Yıldızların Tembelliği’nde yer alan öykülerin oldukça sakin, akışkan, doğal bir yapısı var. Karakterler de olaylar da kendi seyirlerinde, sakin bir akış içerisinde yollarını bulur. Bunu sizin diğer yetişkin kitaplarınızda görmek de mümkün. Yalınlık, sakinlik, doğallık konusunda neler söylersiniz? Metinlerinizdeki bu sakin, doğal, akışkan yapının temelinde nasıl bir düşünce var?
Biz büyük laflar edip sığ sularda boğulan bir kuşağın içinde yetiştik. İri lafların oluşturduğu boşlukla, sığlıkların insanları mahkum ettiği boşluk arasında çok yakın ilişki var. Sanırım sıradan gerçekleri algılayamamakta buluşuyorlar. Kendi açıklarını gizlemeyi iyi biliyorlar. Ben burada mizahi bir dille yeni bir gerçeklik yaratmaya çalıştım. En sıradan olanı, çok kıymetsiz gibi görüneni, kıymetlendirerek yeni bir dil kurdum. Bu dille birbirine bağlanan öyküler oluşturmaya çalıştım.
‘Yıldızların Tembelliği’nin bir noktada “sıradanlığın hikayesi” olması, kitaba dair temel bir yaklaşım olarak görülebilir. Sıradan olanda dahi anlatılacak, anlatmaya değer birçok değer vardır nitekim. Bu noktada sizi sıradanlığın hikayesini yazmaya yönlendiren ne oldu?
Aslında sıradan olan şeyler, bizim onları sıradan şeyler gibi görmemizden de kaynaklanıyor olabilir. Onları önemsemek, tarihe de bir başka bakışla bakmamızı gerekli kılıyor aslında. Çok iddialı hedefler koyup, sıradan hayatı değiştiremeyen ideolojiler o değişimi hep geleceğe erteleyenler “pozitivist” bir yanılsamanın esiri olurlar. Topluma gelecekteki güzel günleri vaat edenler, geçmişteki hayatı vaat edenlerle buluşur hiç istemeseler de… Vaat edilmiş topraklar hep distopiktir. İster gericiler ister ilericiler tarafından önerilsin. Sıradan hayatı değiştirmenin önemi burada ortaya çıkıyor. Eşitliği savunanlar, “Eşitlik hemen şimdi!” diyebilmeliler. Alternatif dayanışma modelleri geliştirebilmeliler. Hiyerarşik yapılanmaların dışına çıkabilmeliler. Bugünü dönüştürmeyi hedeflemeyen hiçbir ideoloji bizi mutlu edemez. Tıpkı gelecek projesi olmayan “Anı yaşa!” masalıyla insanları oyalayan distopik rejimler gibi. Geleceğe erteleyenlerle, “anı yaşa” diyenler, otoriter rejimlere muhtaçtır bu yüzden. Sıradanın kıymetlendirilmesi bizi bugüne taşır. Buna ihtiyacımız var. Gündelik hayatın önemsenmesine, öykülendirilmesine, bu öykülerde dolaşan karakterlere, yaşamdaki detaycı farklılaşmalara ihtiyacımız var.
‘UYUMSUZLUKTAN KAYNAKLANDIĞI İÇİN MİZAHI ÖNEMSİYORUM’
Mizah, sizin aynı zamanda bir karikatürist olduğunuz hatırlandığında öykülerinizde kendisine daha farklı bir karşılık/değer bulur. Kitapta yer alan öykülerinizde de kendisini derinden hissettiren bir absürdün/mizahın varlığı görülebilir. Bu noktada gerek bir yazar gerekse bir karikatürist olarak mizahın sizin için anlamı nedir? ‘Yıldızların Tembelliği’nde ne tür bir mizah ve absürt söz konusudur?
Mizahı önemsiyorum. Temelde uyumsuzluktan kaynaklandığı için. Kendimi uyumlu hissetmedim hiç. Çevremdeki hiç kimseyi de uyumlu gibi görmedim. Absürd, saçma konusu da hep yanlış anlaşılan bir konu. Saçma olan metinler saçma olsun diye yazılanlar değil, tam tersine saçma olmayan, saçma gibi görünmeyen olaylar içindeki saçmayı yakalayan metinlerdir. Bunu görmek için başka bir noktadan bakmayı göze almak gerekir. Saçma metinler yazmayı amaçlayıp saçma metinler yazanlar rasyonel davranırlar, amaçlarına ulaşırlar. “Saçma”nın böyle bir rasyonel amacı yoktur oysa. Saçma olmadığı düşünülenlerin aslında saçma olduğunu sergiler sadece. ‘Yıldızların Tembelliği’ tabii ki saçma bir metin olsun diye yazılmadı. Gündelik hayatın içindeki saçmayı sergilemeyi bir edebiyat türü olarak benimsiyor sadece.
Yaşarken/yaşanırken önemsenmeyen, değer atfedilmeyen, kıymeti anlaşılmayan birçok şey kaybedildikten sonra fark edilir, değerli olur. Bu durumun izlerini sizin öykülerinizde görmek mümkün. Karakterleriniz ve yaşantıları bağlamında bu meselenin ne kadar derin ve incelikli bir konu olarak sizin edebiyatınızı şekillendirdiği fark edilebilir. Peki son olarak yaşarken/yaşanırken önemsenmeyen onca şey, nesne, kişi, anı, daha sonra neden ve nasıl bu kadar kıymetli olur? Bu durum Yıldızların Tembelliği’nde nasıl bu denli yoğun bir şekilde hissedilir?
Edebiyat bizi hassaslaştırıyor, yaşam ise kendine tahammül edebilmemiz için katılaşmamızı öneriyor. Belli bir yaştan sonra birçok insanın edebiyattan kaçmasında aslında bu basit gerçek var. İşe yaramayanı kıymetlendirmek pek de kapitalizme özgü sayılmaz ama edebiyata özgüdür diyebiliriz. İster geçmişte kalsın, ister şu an yakınımızda olsun, ister insan, ister bitki, ister hayvan, ister nesne olsun, bu kıymetlendirmenin sanatsal ve varoluşsal önemi var. Günümüzün edebi karakterlerini böyle bir bakış açısıyla inşa edebiliriz. Yoksa tıpkı önce çekirdek ailenin ve sonra bireyin parçalanması gibi edebiyatta da karakter parçalanıyor… Giderek de inandırıcılığını yitiriyor, yaşamdaki gibi… Bireyin kendini kurgulamasına olanak tanıyan en önemli faaliyet, şüphesiz yazmak ve okumak. Edebiyatı önemsemek, bu anlamda, kendini ve çevredeki canlı cansız tüm hayatı önemsemek anlamına geliyor.